Bir valiz.
Yol kenarında unutulmuş gibi duran bir valiz.
İçinde ne kıyafet vardı ne kitap ne de tatile çıkma hayali.
İçinde bir genç kızın çocukluğu vardı.
Bir kız kardeşin korkuları, bir annenin duası, bir toplumun utancı vardı.
Ayşe vardı o valizde.
Korkuları, yalnızlığı, inandığı, affettiği, sustuğu her şeyle birlikte.
Toplum olarak değerlerimizi kaybediyoruz.
Bağımlılıklar, suskunluklar ve sevgisizlik içimizi kemiriyor.
Aile dediğimiz şey artık sadece aynı çatı altında yaşamak değil — çoğu zaman sessiz bir yabancılığa dönüşüyor.
İçimizdeki küçük çocuk yok oluyor.
Sevme, sevilme ihtiyacımız köreliyor.
Duygularımızı bastırıyoruz, bastıramadıklarımızı görmezden geliyoruz.
Ve o arada bir Ayşe daha gidiyor.
Biz hala sessiziz.
Ayşe bir öğrenci değildi sadece.
Bir kadın olarak var olmaya çalışan, bir sevgiye tutunan, bir gelecek hayali kuran insandı.
Ama biz onun yalnızlığına, "yardım edin" bakışlarına, çırpınışlarına gözlerimizi kapattık.
Ayşe öldürülmedi sadece.
Ayşe yok sayıldı.
Ayşe duyulmadı.
Sustuk.
“İlişki karmaşık,” dedik.
“Ne olmuş aralarında bilemeyiz,” dedik.
“Gençtir, aldanır,” dedik.
Şimdi valizin içinden çıkan sessizlikle yüzleşiyoruz.
Ve içimizden kimse, bu sessizliğe gerçekten alışamıyor.
Ayşe bir kişi değil.
Ayşe bir ülkede kadın olmanın anlamı.
Ayşe, korunamayanın, duyulmayanın, unutulmaya çalışılanın adı.
Ve o adı artık valizlerden değil, kalbimizden çıkarmalıyız.
Ayşe yaşamalıydı.
Ve biz, Ayşe'nin yaşayamamasının hesabını sadece mahkemelerde değil, kendi içimizde de vermeliyiz.