Geçmiş bizi rahatsız edebilir. Gençliğimizin günahları, eski hastalıklar ve yaralanmalar bir ömür bizimle olabilir. Tüm o akıl almaz gücüne rağmen beyin dediğimiz nöron yığını şaşırtıcı derecede hassas bir organdır. Kemikten kaskını çıkardığınız an sadece bir jöledir ve en ufak bir yara karşısında savunmasızdır. Ufak bir sarsıntının etkisi oldukça uzun sürebilir yıllar sonra Parkinson gibi önemli bir hastalık olarak ortaya çıkabilir. Birkaç gece aşırı içerseniz beyniniz eskisi gibi olmayabilir.

 

Ya da o çok sert görünen insanların içinde neler olduğunu bilemeyiz. O atarlı giderli konuşmalarının ardından sizin söylediğiniz küçücük bir lafa alınabilir. Ya da size belli etmeyip içine atabilir. Zararı kendi kendine verebilir. İkili ilişkilerinizde de durum çok farklı değil. Ya üzülürüm diye sizi üzenler çıkabilir, eğer seversem daha çok üzülürüm diye düşünenler olabilir, o aldatacağına ben aldatayım diyenler çıkabilir, istediklerini yaparsam ipleri onun eline veririm düşüncesi ile sizi üzebilir, sevdiği halde gizleyebilir, sevmediği halde seviyormuş gibi yapanlar çıkabilir.

 

İnsanın doğası gereği kendini savunma mekanizması gelişmiştir. Bu mekanizma kimi insanlarda fazla katı olabilirken kimi insanlar daha savunmasızdır. Üzülme tehdidine karşı insan kendini savunurken karşıdakine zarar verebilir. İnsanın kodlarına işlenmiştir bu sistem. Kadın ve erkeklerde ufak değişiklikler olsa da düzen aynıdır. Empati yapabilmek her insanda gelişmemiştir. Ve insanların genelinin de buna eğilimi yoktur. Çünkü buna gerek duymazlar. Savunma yerine saldırganlık da gelişebilir. Haksızken haklı konuma gelebilme çabası ya da saldırgan tavırlarla karşısındakini sindirme tutumu insanların kullandığı stratejilerdir.

 

Ama bu, korunaklı kozalarımızda fiziksel ya da duygusal tehlikelerden sakınarak yaşamamız gerektiği anlamına mı gelir? Yoksa gerçek yaşam sanatı yaraların üstesinden gelip elimizden gelenin en iyisini yapıp yeteneklerimizi kabul etmek midir?