Sosyal medya hesaplarımdan takip ettiğim ve yazılarını çok beğendiğim Psikologlar var. Uzun süredir sitesindeki yazıları da takip ettiğim Psikolog Fundem Ece Erdem “Kaygı mı kaybettiren yoksa kaybetme korkusu mu kaygı yaratır?” adlı yazının herkese iyi geleceğini düşünüyorum.

Hayatta bizi biz olmaktan uzaklaştıran noktaların başında gelen kaygı hepimiz adına kontrol edilmesi gereken ama zor bir olgudur.

İşimizi kaybetmekten korkarız, sonrasında kaygılanmaya başlarız ve düşüncelerimiz ele geçirir zihnimizi. Bu sefer ne yapacağımızı bilmeden, sürekli düşüncelerle hareket etme yetimizi kullanmaya çalışırız. Yapacağımız işi dahi doğru düzgün yapamayız, çünkü kaybetme korkusundan kaygılanarak kendimize aklımızı toparlayacak alan bırakmamış oluruz. Sonucunda da zaten o kendimize gelememe, başladığımızı sonlandıramama ve bununla bağlantılı olarak da kendimizi düzgün ifade edip sınırlarımızı doğru belirleyememekle kayıp gerçekleşir.

İlişkimizi kaybetmekten korkarız, aslında sevilip beğenilen kişi kendi olduğumuz benlikken yeni bir ilişkiye adım atıldığında o benlikten uzaklaşmaya başlarız. Ancak atlanılan nokta; biz yine aynı kişiyiz ve inanın ki hiç değişmedik. Sadece hayatımıza aldığımız kişiye göre kendimize yön verdik. Peki neden? O kişi olduğumuz gibi beğendi, peki biz neden kendimizi farklı ortaya koymaya başladık? Yoksa o hayatımıza aldığımız kişiye olan bağlılığımız arttı ve onu kaybetmekten korkarak ilişkimizde de kaygı mı yaşamaya başladık. Özetle kaygılı düşünceler zihnimizi ele geçirdi ve olmadığımız biri gibi mi olmaya başlandı? Peki, bir yere kadar bunu devam ettirebildik, sonrasında ise patlak verir. Niçin mi? Bir yere kadar dayanabiliriz ve sonrasında kaybedeceğim kaygısıyla da hareket ederek köşeye sıkışan benlik kendini ortaya koymaya çabalar. Bu kaygıyla yüksek tepkilerde bulunur ve kayıp gerçekleşir.

Ailemizi kaybetmekten korkarız, ölüm kaygılarını zihnimizde her an barındırırız ama sote bir yere koymaya özenle dikkat ederiz. Öyle ki bu durum gerçekleştiğinde yeri gelir yasımızı bile yaşayamayacak kadar kabullenememe noktasına varırız. Kaygı bu noktada davranışı bastıran ve işlevsel olmayan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü ailemiz yaşarken ne kadar kaybetme kaygısı ile ilerlesek de bastırdığımız için onlarla sınırlı olan zamanımızı doyasıya yaşayamayabiliriz. Sonrasında ise kaygı işlevsel hale getirmediği gibi bir yandan da pişmanlık doğurur ve sonuç olarak kayıp gerçekleşir.

Arkadaşlarımızı kaybetmekten korkarız, sosyalleşirken kaygıyla başlarda ayak uydurabildiğimiz ve tahammül edebildiğimiz şeylere belli bir noktadan sonra edemiyor oluruz. Normalde tepkisiz kaldıklarımıza artık tepki veriyor oluruz ve bu ters bir etki oluşturur. Kaybetmekten korkarken, sosyalleşmede iyi ilişki kuralım ve arkadaşlarımızı kaybetmeyelim kaygısı ile hareket ederken sonuç yine aynı olur ve kayıp gerçekleşir.

Kendimizi kaybetmekten korkarız ve sonrasında kaygılı bir hayat sürmeye başlarız. Sürekli kendine eleştiriler yığdıran ve suçlulukla ilerleyen bir benlik düşünün, ne kadar da yorucu... Oysa kaçımız kendinden emin ve ayakları yere basıp, özgüven sahibi biri olarak yaşamını kaygısızca sürdürebiliyor. Tüm hayatımız boyunca bu kaygı ile yaşayıp ilerler ve bu zinciri kırmak adına hiçbir şey yapmazsak; aynı şey benliğimize de olur ve kayıp gerçekleşir.

Kaygısız hayat tabiki ütopik bir şey. Ancak unutmayın ki belirli bir düzeyde tutmak ve mümkün olduğunca kaygımızı kontrol edebilmek bizim elimizde...

Kendimizle tanışmaya ve kendimizi sevip, olduğumuz gibi kabul ettiğimiz, optimal düzeyde kaygılı bir benliğe merhaba diyerek güne başlayalım mı?