Hasret Aksoy'un "Kaybolan ışık" başlıklı köşe yazısı
Her kadın evlenirken kalbinde nice umutlar, hayaller taşır. Sevdiği erkeğin yanında görülmek, değer görmek ve biricik olmak ister. İlişkinin ilk yıllarında, o evi yuva yapabilmek için çabalar, mücadele eder; ama ne yazık ki, çoğu zaman bu çaba tek taraflı kalır ve kadın kendini o yuvanın içinde yalnız hisseder. Erkekler ise, çevremizde sıkça gözlemlediğimiz gibi, enerjilerinin zirvesinde, eli ayağı tutarken; kariyer, sosyal çevre ve "daha önemli" hedefler uğruna eşlerini ve evlerini feda ederler.
Kadın, o yıllarda eşinin ilgisine, desteğine ve varlığına açtır. Zaman geçtikçe, ibre tersine döner. Erkek 50'li yaşlarına merdiven dayayıp hayattan el etek çekmeye başladığında, birdenbire eşine yapışır, onsuz nefes alamaz hale gelir. Ama artık çok geçtir; kadın bezmiştir. O görmezden gelinen yılların yorgunluğunu, yükünü omuzlarında taşır.
Çoğu kadın, eşinin varlığından huzur almak yerine, eşi evde olmadığında biraz nefes alabildiğini fark eder. İçinden "Keşke eve gelmese" diye geçirir. Neden zamanında, en çok ihtiyaç duyulduğu dönemde esirgenen o kıymetli vakit, elden ayaktan düşülünce geri istenir? Kadınlar, evliliğin ilk yıllarından itibaren fark edilmek isterken; eşler sürekli olarak onları daha büyük hedeflere, daha önemli işlere kurban eder. Zamanla, aynı evin içinde eş olmaktan çıkıp görevli olmaya başlar kadın. Eşine, çocuklarına, eve hizmet eden bir görevli...
Oysa insan yerine konulduğu, değer gördüğü bir evde ne kadar da hayat dolu olur! Ancak bazı erkekler o kadar bencildir ki, eşinin bütün renklerini elinden alır ve geriye sadece griyi bırakır. Onu ne zaman fark eder? Sadece ütülenmemiş bir gömlekte, pişirilmemiş bir yemekte veya düzenlenmemiş bir eşyada. Yani hizmeti aksadığında.
Çiçek almayı masraf sayan, özel bir günü kutlamayı kendine eziyet gören, hayatının tek derdi para ve itibar sahibi olmak olan bu insanlar, hayatlarındaki kadını da kendi ihtiraslarına kurban ederler. Bu sömürü bittikten sonra da dönerler, "Sen eskiden şöyle gülerdin, böyle neşen vardı" derler. Oysa bütün o neşeyi, bütün o enerjiyi sömüren, kadını hayata küstüren ta kendisidir!
Yorucu evliliklerin hepsi boşanmayla bitmeyebilir. Ancak boşanma dahi olmasa, kadının içinde biten şeyleri, gözlerindeki ışığın kaybolmasından net bir şekilde anlayabiliyoruz. İşte bu yüzden, bazı teyzelerden "İyi ki öldü, hayatımı yaşıyorum" gibi acı cümleler duymak zorunda kalıyoruz. İnsan eşini neden sevmez? Cevap basit: Çünkü yıllarca sevilmemiş, görülmemiş ve yok sayılmıştır.
Peki, bu acı tabloyu yaşamamak için ne yapmak lazım? Bir kere, herkes evli kalacak diye bir kural, kaide yoktur. Ancak evli kalmayı seçenler için tek bir reçete var: Eşinizi, başarılarınızın bir parçası değil, hayatınızın amacı haline getirin. Onu bir hizmetli değil, bir partner olarak görün. Bugün eli ayağı tutarken esirgediğiniz o birkaç dakikalık ilgi ve şefkat, yarın pişmanlık olarak geri dönmesin. Çünkü yok sayılan kadın, er geç o ilişkinin kapısından, sessizce, hayattan koparılmış bir şekilde ayrılır.