Remzi Akbaş'ın "Kazanan Türkiye olsun!" başlıklı köşe yazısı
Türkiye'nin önünü açacak olan iç barış projesi kapsamında oluşturulan ve adı "Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu" olarak açıklanan komisyonun ilk toplantısı salı günü gerçekleştirildi. Toplantıda 12 madde oy birliği ile kabul edildi. Komisyon Cuma günü saat 14.00'te yeniden toplandı.
İYİ Parti'nin katılmadığı komisyonda üye sayısı 51'e çıkarılırken İYİ Parti'ye tanınan 3 üyelik kontenjan AK Parti, CHP ve DEM Parti'ye 1'er olarak dağıtıldı.
Bu toplantıda İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı sunum yaptı. Ancak, Ulusal Güvenliği ilgilendiren konular hariç, karar altına alınan tutanaklar kamuoyuna açıklanacağı belirtildi. Ulusal güvenliği ilgilendiren konularla ilgili tutanakların da 10 yıl boyunca yayınlanmaması kararı alındı.
Adına "Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi" denilen bu komisyonun amacına ulaşmasını gönülden istiyorum. Ancak elbette tereddütlerim var.
Şöyle ki:
Tarih: 22 Kasım 2005
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Şemdinli'de halka hitap ederken "Türk 'Türk'üm', Kürt 'Kürdüm', Laz 'Lazım', Boşnak 'Boşnağım' diyecek, ama hepimizi birleştiren üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır" demişti.
Erdoğan'ın sözlerine yine dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'dan, "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı"nın bir üst kimlik olmadığını belirterek, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, Türk Milleti yerine ikame edilmez. Türk Milleti kavramını, içine sindireceksin, Türk Milleti demekten utanmayacaksın" yanıtını vermişti.
Elbette on yıllar boyunca ihmal edilen "Kürt sorunu" artık bir şekilde çözülmeli ve bunun içinde mutlaka özgürce tartışılmalı.
Peki, Türkiye'nin Kürt vatandaşları, ülkemiz içinde nasıl durumlandırılacak; bölücülüğe prim vermeyen bir barış ve beraberlik formülü nasıl bulunacak?
İşte bu komisyon etnik ayrımcılığı çözmek adına çok önemli bir görev üstlenmiştir.
Türklerin ve Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde asırlar boyu kardeşçe ve hatta tek bir "millet" bilinciyle yaşamış olmaları bugüne ilham verecek büyük tecrübe olacaktır.
Yıllar öncesinde Türk-Kürt birlikteliği Osmanlı döneminin son 10 yılı hariç "Müslüman" kimliğini önceleyen görüş altında uyumlu sürmüştür.
Peki Osmanlı'ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele'ye canla başla destek veren, Sevr'i protesto edip Lozan'da "Türklerden ayrılmak istemeyiz" diyen Kürtler arasında nasıl oldu bir "Kürt" sorunu doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Türk milliyetçiliği ile ilgili.
Osmanlı Devleti'nin son döneminde ortaya çıkan Türk milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; Cumhuriyet döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, hiç kimsenin etnik kökenine önem vermeksizin,"Türk''üm diyen herkesi eşit vatandaş kabul etme esasına dayalıydı. Ancak uygulama her zaman böyle olmadı. Tek parti döneminde kimi bürokratlar, etnik temelli bir Türk milliyetçiliği geliştirdi.
Kürt sorununun kırılma noktası, 1925 baharında patlak veren "Şeyh Sait İsyanı" oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi gibi önde gelen Kürt din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve "kökünden halletmek" için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde set yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930'ların sonuna kadar "bölge"de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ümmet çerçevesinde planladığı bu projenin öncelikle demokrasiyi, insan haklarını, adaleti önceleyen bir proje olması gerekir. Komisyonun adına uygun olarak yürüyebilmesi için bu kavramlar çok önemlidir. Yapılan görüşmelerden hiçbir parti kendine pay/rant biçmemeli. Kazanan Türkiye olsun!